Antakya’nın 100 bin yıllık geçmişi var. 30’dan fazla deprem görmüş. Farklı dinleri, kültürleri buluşturan kadim bir kent.
Kahramanmaraş merkezli iki büyük depremde çok büyük hasar alan ve ardından 6.4 büyüklüğündeki depremle bir kez daha sarsılan Hatay’da neredeyse sağlam bina kalmadı… Şehir bir enkaz yığınına dönüşürken, ayakta kalan binalar parmakla gösteriliyor. Bunlardan biri de The Museum Hotel Antakya… 400 odalı bir otel olarak planlanırken, arkeolojik kalıntılara rastlanınca 10 yıllık bir kazı çalışması ardından müze otele dönüşen bu yapının yüzde 90’ı çelik konstrüksiyon olarak dizayn edildi, projede yaklaşık 20 bin ton yapısal çelik ve 3 bin ton inşaat demiri kullanıldı. Yatırımcısı Asfuroğlu Ailesi olan otelin mimarı ise Türkiye’nin ödüllü mimarlık firmasının sahibi Emre Arolat ve EAA Mimarlık. Emre Arolat’a The Museum Otel’in yıkıcı depremler sonrası ayakta kalmasının sırrını ve bundan sonraki süreçte bölge için yapılması gerekenleri sorduk…
Arolat, The Museum Hotel’in depremler sonrası ciddi hasar almamasının nedenini “Mimari olduğu kadar statik projesinin de nitelikli olması, zemin etütlerinin doğru yapılmış olması, bunların dikkate alınmış olmasıyla ilgili bir konu. Mimari sadece tek belirleyici değil. Sürecin bütünüyle doğru yapılmış olması, doğru koordine edilmiş olmasından kaynaklı bir durum. Yapım aşaması da çok önemli, kontrol aşaması da çok önemli. Dolayısıyla burada başından sonuna kadar evrensel normlara uygun, hem proje hem de yapım normlarına uygun bir süreç yürütüldüğü için beklenen normal sonuç budur” sözleriyle açıkladı.
Yapının son durumuyla da ilgili bilgi veren Emre Arolat, gözle görülür bir hasar olmadığını ifade ederek, “Ufak tefek cam kırıkları gibi, su borularında patlamalar gibi bazı hasarlar var. Onun dışında kalıntılarda ciddi bir hasar yok. Ancak teknik bir kontrol yapılması, bütün taşıyıcı parçaların, bütün bağlantı noktalarının sadece gözle değil test edilerek de kontrol edilmesi gerekiyor. Bazı bölümlerin temele kadar araştırılması gerekiyor. Bu, aylar sürecek bir süreç” açıklamasını yaptı.
Mimar Emre Arolat başta Hatay olmak üzere depremde yıkılan kadim kentlerin aceleyle yeniden kurulma çalışmalarına itiraz ediyor: “Kentleri salt fiziksel yapıyla tasarlayamazsınız. Sıra sıra binalar yaptım, gelin oturun demekle olmaz. Mutlaka bilim kurulları oluşturulmalı”
Antakya’yı katman katman anlayıp yeni kenti bu bağlamda kurmak gerekiyor. Çok keskin biçimde inandığım şey şu; kentler öyle kısa sürede ve sıfırdan, tek defada kurulamaz. Planlı kentlerde dahi organik bir gelişme periyodu vardır. Öyle olunca ortaya kaliteli kentler, yaşanacak mekanlar çıkar.
Şu anda belki daha ziyade popülist bir saikle ve seçim kaygısı gibi nedenlerle TOKİ’nin hızla devreye gireceği, bir ay içinde yeni binaların yapımına başlanacağı ve çok kısa sürede de tamamlanacağı gibi sözler veriliyor. Evet barınma çok acil ve önemli ihtiyaç, bunu hepimiz biliyoruz. TOKİ bir taraftan bakıldığında inanılmaz büyük bir güç, hatta bazı gerçeklikleri göz önüne almazsanız şahane bir iş yaptığı da iddia edilebilir. Neticede sadece normal zamanlarda değil, afet zamanında da konut ihtiyacını karşılamak üzere kurularak organize olmuş bir kurum. Taşıyıcı olarak çok övündükleri bir tünel kalıp sistemleri var, neyi nasıl yapacaklarını, artık tıpkı bir patates baskı gibi olduğu için yapıları nasıl yerleştireceklerini biliyorlar, ya da bildiklerini düşünüyorlar. Belki bazı müdahalelerle gerçekten de bazı şeyler iyileştirilebilir. Bunların hepsi tamam. Bunlar avantaj, ancak kent böyle bir şey değil. Kent aslında çok katmanlı bir organizma ve dolayısıyla tüm unsurlarının hesaba katılması, projeksiyonun buna göre yapılması gerekiyor. Bu çerçevede geçici barınma olanaklarının daha kaliteli üretilmesi çok önemli. Böylelikle kalıcı yerlerin nitelikli bir şekilde tasarımı için makul süreler kullanılabilir. Yani aslında “ben sıra sıra binalar yaptım, hadi gelin oturun” denilecek bir durum yok ortada.
Görüntülere bakınca tarihi yerler de yıkıldı. Dünyanın ilk ışıklandırılan caddesi vardı Antakya’da.
Bu konuda da bütünsel bir stratejinin kentin genel planlaması ile birlikte ele alınması gerekir. Söz gelimi en çok sözü edilen Habib-i Neccar Camii’ni gördüm. O yapı kolaylıkla restore edilebilir. Havra, kiliseler, sinagoglar… Hepsi yeniden ihya edilebilir. Ancak bunun yangından mal kaçırır gibi yapılmaması gerekir.
Tarihi mirasın tümüne ayrıntılı ve titiz bir şekilde bakılmalı. Çalışmalar ortak akılla ve tüm değerlere sahip çıkarak yapılmalı. Demografik yapı çok önemli. Aksi takdirde Antakya maalesef elden çıkar. Stratejiyi iyi ayarlamak gerekiyor. Kent merkezini çok dikkatlice ve sakince planlamalıyız. Dünyada Antakya’dan bir tane var. Kuşkusuz bu yeni planda arkeolojik katmanları daha da öne çıkarmak mümkün olacak. Ama aynı zamanda Kurtuluş Caddesi’ni, Saray Caddesi’ni, Uzun Çarşı’yı, merkezdeki tarihi yapıları, merkez Antakya’nın özgün yapısal dokusunu dikkatlice değerlendirmek ve bir biçimde yenilemek zorundayız. Yeni planı Antakya’nın kadim kültürünün hesaba katıldığı bir tür mozaik gibi kurgulamak gerekir.
Evet, acı inanılmaz boyutta, hepimiz kahrolduk. Motosikletle ceset taşıyanları, eşinin çocuğunun cesedi başında bekleyenleri görünce gözyaşlarınızı tutmanız, o acıyı hissetmemeniz mümkün değil. Ve bu manzarayı görünce düşünüyorsunuz. O evleri kim yaptı? Bilmem ki akıllanır mıyız? Bunun için ciddi bir manivela lazım. Bu sorunun cevabını bilmiyorum ama bir şeylerin birden bire değişeceğini düşünmek bana pek de inandırıcı gelmiyor maalesef. Toplumun her kesiminin az ya da çok bu manzarada payı var. Ben böyle düşünüyorum. “Benim hiç suçum yok” diyenler var. Böyle diyenlere “bunu bir kere daha düşün bakalım” demek istiyorum. Kuşkusuz birilerinin çok daha büyük sorumluluğu var. Bunu biliyoruz. Ama bu meseleyi çözmek için önce bazı konuları topyekûn üstlenmek gerekiyor.
Yepyeni evler yıkıldı…
Evet, doğru. Ancak bu konuya tek açıdan bakarsak yanılırız. “3 metrekare daha fazla isterim” diye evini yenilemeyen, parasını beğenmediği için kentsel dönüşüme olumsuz bakanlar yok mu? Kentsel dönüşümün olumlu yöne doğru evrilmemesinin birkaç ana sebebi var. Bir kere ev sahiplerinin bu işe bir iyileştirme ya da sıhhileştirmeden çok bir kar meselesi olarak baktığını kabul etmeliyiz. Fay hattındaki tüm şehirlerde nüfus hareketlerinin çok daha iyi dengelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Aslında Anadolu’nun önemli bir bölümü boş duruyor. Tarıma elverişsiz bölgelerimiz var ve bunlar sanayinin gelişmesi için hayli elverişliler. Nüfusun kontrollü ve planlı bir şekilde kaydırılması, İstanbul ve İzmir gibi şehirlerin rahatlatılması ve ülke çapında çok daha dengeli bir dağılım olacak şekilde manipüle edilmesi çok önemli.
Benim gördüğüm bu deprem çok insan kızacak belki ama çok kullanmak istemesem de fırsat kelimesini kullanacağım, bir şeyleri bir kez daha düşünmek için bir fırsat, bir ortam yarattı. Sanki horul horul uyurken büyük bir sarsıntıyla uyandırıldık hepimiz. Şimdi önümüzde iki seçenek var. İlki kafayı yastığa geri koyup uyumaya devam etmek, ikincisi ise kalkıp en iyi bildiğimiz işleri dünya standardında yapmak için canımızı dişimize takmak. Umarım bu sefer biraz silkinir ve kalkarız.
Ülkemiz geçirdiği jeolojik süreçlere bağlı olarak fay hatlarıyla örülü bir deprem bölgesi. Olası depremler de adeta sırasını bekliyor. Örneğin hep dillendirilen İstanbul depremi. Şu anda bunu konuşmak, bunca insan enkaz altında kalmış ve canını kaybetmişken bencillik gibi gelebilir ama İstanbul’un depremde büyük bir yara alması demek Türkiye’nin çökmesi demektir. İstanbul’u Türkiye meselesi olarak görmeliyiz. İstanbul depremi 20 yıl sonra gerçekleşirse, “hadi ilk 20 yıldan hiç ders çıkarmadık, ikinci 20 yıldan bile ders almadık” dememeliyiz. Akılcı önlemler alarak İstanbul’u depreme bugünkünden yüzde 80 daha dayanıklı hale getirebiliriz. İşgücümüz ve teknik bilgimiz var. Yeni, iyileştirilmiş ve yerel şartlara uygun biçimde çeşitlendirilmiş yönetmeliklerin ve bunların uygulanmasını sağlayacak kanunların devreye girmesi şart.
Sürdürülebilir yaşam alanı…
Elazığ’a deprem sonrası gittik. Belediye ile görüştük. Malatya karayolunda bir alan gösterdiler bize. Orada bir tür alt kent, kendi kendine yeten sürdürülebilir bir kent parçası oluşturduk. Çok da uyumlu bir çalışmaydı. Projede sürdürülebilirlik esasları öne çıktı. Nitelikli bir kentsel planlama yanında yapı ölçeğinde de titiz bir çalışma yürüttük. Açık alanların tasarımı da projenin önemli bir ölçütü olarak değerlendirildi. Arazideki sulak alan düzenlenerek parka dönüştürüldü. Diğer bir ayrıştırıcı özellik olarak da yapıların çeperlerine kolektif üretim saiklerini tetikleyecek düşey tarım üniteleri entegre ettik.
500 yaşam ünitesiyle birlikte, 2.5 kilometrelik ticaret ve rekreasyon aksı üzerinde, sağlık merkezi, eğitim ve kültür alanları, ekolojik su parkı, kent arşivi ve kısa dönem konaklama üniteleri gibi birimler yer alıyor. Bu aks üzerindeki ünitelerin bir bölümünün afetlerde dönüştürülerek acil kullanıma uygun hale getirilmesi tasarımın diğer bir hedefi. Özetle; tüm parametreleri dikkate alarak seri ancak acelacele değil, nitelikli ve sürdürülebilir yapılar inşa etmeliyiz.
*Elif Ergu Demiral( oksijen ) ve Meltem Kara söyleyenoğlu ( posta ) alıntılanmıştır.