Sevgili Okurlar; 06 Şubat 2023 tarihinde meydana gelen depremlerle sarsıldık. Ve sonrasında büyük bir üzüntü ile olan biteni takip etmeye ve naçizane katkı sunmaya gayret ettik. O tarihlerde haber yaptığımız ve dergimiz kapağında“ CENNETİN HEDİYESİ” adlı eserini paylaştığımız mozaik sanatçısı Menel Hüzmeli ile acılarını, yaşadıklarını paylaşma gayreti içinde bulunduk.
Sevgili Menel Şu an Selçuk-Efes’de sanatını yapmaya ve tanıtmaya devam ediyor.
Bu sayımızda kendisi ile görüşerek bir yazı kaleme almasını rica ettik. Kırmadı bizleri ve dediki; “Okurlar gözlerime bakarak gönül telimden dökülenleri okusunlar isterim”.
Ve NenelHüzmeli’nin kaleminden satırlara dökülenler:
Cihanı içine sığdıran fakat cihan’a sığamayan ruhmuş Menel’in anlamı.
“adı Menel olsun” demişler ben doğduğumda.
Nereden bilebilirdim ki cihanı içime sığdıracağımı ama ruhumun cihana sığamayacağını…
Gözlerime iyi bakın. Bu gözler görmek istemeyeceğiniz kadar kötü şeyler gördü, kulaklarım duymak istemeyeceğiniz kadar acı sesler işitti ve burnumdan gitmeyen o ağır koku…
Hiç kimsenin desteği olmadan tırnaklarımla kazıya kazıya, bir kilo taş ile kurduğum atölyem ve dünyanın en güzel noktasında Antakya’nın ilk kurulan mahallesi Epifania’da başlayan mozaik sevdam 6 Şubat depreminde kelimenin gerçek anlamıyla yer ile bir oldu.
Yok olan hayatlar, hayaller, şehrim, insanım gibi…
Ben “yüzyılın felaketi” olarak adlandırılan depremin, tam ortasındaydım. İçinde, merkezinde. Koynunda büyüdüğüm, nefeslendiğim kadim şehrimde. Yaşadığım felaketi kelimelere dökmem gerekirse büyük diyemiyorum. Büyük kelimesi yaşanan olay karşısında çok küçük kalıyor. Korkunç diyemiyorum gördüğüm görüntüler karşısında masum duruyor. Kullanabileceğim tek kelime “Acayip”. Asla tanımlayamadığım, anlatamadığım.
Atölyeme gelen misafirlerime Antakya’nın 7 kez yıkılıp tekrar var olduğunu anlatır eski Antakya’yı gezdirirdim fakat ben bu kelimeleri kullanırken Antakya’nın 8. yıkılışına ve bir kıyama şahit olacağımı hiç düşünmezdim. Anlatışlarım, sanki bu çok acı ve ızdırap dolu yaşanmışlıkları deneyimlememe davetiye imiş adeta.
Göçük altından çıkarıldığımda ben yeni bir bendim. Ben benden habersiz, ben bana yabancı.
Siz hiç ölmek üzere olan onlarca insanın yardım çığlığına kayıtsız kalıp arkanızı dönüp gittiniz mi?
Siz yıkılan yerle bir olan mahallenizde göçük altında kalanlar duymasın diye parmak ucunda günlerce yürüdünüz mü?
Siz hiç sevdiğiniz insanların parçalanmış bedenlerini toplayıp, bir battaniyeye sarıp, gömmek zorunda kaldınız mı?
Ben döndüm arkamı yaşsız ağlayışlarımla. Ben yürüdüm. Çıplak ayaklarıma rağmen sessiz olmaya çalıştım. Dostlarımın cansız ve parçalanmış bedenlerini sardım tozlu, soğuk ıslak battaniyelere.
Ruhum bir gecede 200 yaşında bir kadın olmuştu ve bilir misiniz en ağır yükün hayatta olduğunuz için duyduğunuz utanç duygusu olduğunu. Ben her zerremle utanç içindeydim. Yaşamak ölümden ağırdı.
Ne gecem kalmıştı, ne gündüzüm. Çaresizlik duygusunu iliklerime kadar hissediyordum tüm şehir yerde iken elimden hiç bir şey gelmiyordu.
Yara bere içindeydim. İçim kanayıp dururken, ben güçlü evlat, güçlü anne, güçlü abla maskelerimi giydim. Evlatlarım ve ailem için güçlü durmam gerekiyordu. Halbuki ne sesim vardı, ne çığlığım, ne gücüm, ne dermanım. Sevdiklerimi, şehrimi, evimi, arabamı, atölyemi her şeyimi kaybetmiştim. Geride kalan bir canım ve sağlam ellerim kalmıştı. Tekrar ayaklanmak gerekiyordu zor görünüyordu ama yapmalıyım diyerek üzerimi silkeleyip kalktım. O an insana gelen ilahi bir cesaret ilahi bir güç. Çok sonrasında fark ediyorsunuz ayağa kalkışınıza kendiniz bile şaşıyorsunuz. İnsan özünde ne güçlü bir varlık anlıyorsunuz.
Türkiye’nin dört yanından yardımlar yağıyordu bu yardımların bir kısmı depolara saklanıyor bir kısmına el konuyor, küçük bir kısmı bize ulaşıyordu. Çadır bulamıyor, sokaklarda yağmurun altında kalıyorduk. Üzerimizde sadece göçük altından çıkmışlığımızda ki pijamalarımız kalmıştı. Şanslı olanlar arabalarının anahtarlarını kurtarmış, arabalarının içine sığınmıştı. Eksi 3 derecede; soğuk, durmadan yağan sicim gibi yağmur. Bizim kuruyan gözyaşlarımıza inat durmadan ağlayan bir gökyüzü ve durmadan sallanan yeryüzü arasında çaresiz aciz insanoğlu.
Yeryüzünün sesi çok şiddetli kızgın ve öfkeli geliyordu ve bu sese; yıkılan binaların çıkardığı sesler, insan çığlığı eşlik ediyordu. Zihin, bir film sahnesine baktığına değil gerçekten yaşadığını idrak ederken hem ruhu hem bedeni sarsıyordu.
Deprem üzerinden aylar geçti, aylardır güçlü kadın maskeleri ile geziyorum. Evlatlarım ve ailem güvende. Yaralı ruhlar, kırık kalpler ama evet sağlam bedenleriz.
Ruhum şimdi bu zamanlarda yasını tutuyor derin bir hüzün, çok derin keder duygusu içindeyim. Gidenlerin sesleri, yüzleri geliyor bazı bazı gözümün önüne. İstemsiz akan gözyaşları zaman ve mekan tanımıyor.
Gözyaşlarımı durdurmuyorum artık. Akıp gitmelerine izin veriyorum. Yasımı tutma ve gidenlerin ruhuna kalanların hatırına, yaşamak vakti.
Deprem felaketini yaşamış bir sanatçı ve insan olarak birçok onur kırıcı söze, davranışa maruz kaldım, kaldık…Yapılan yardımlar insani yardım değil, siyasi yardım imiş onu anladım. Yıkılan evlerimizin, arazilerimizin rezerv alanı adı altında el konulmasına şahit olduk. Bizden başka herkesin olan bitene bi-haber oluşuna şaştık. Bu dünyanın mülküne tamahımız olmasa da yurtsuz kalışımıza evsizliğimin topraksızlığımızın eklenişine sessiz isyan ettik. Belirsizliğin getirisi, yaşamanın devam gerekliliği maalesef Antakya’dan göçe zorladı. Anılar cebimizde, yaşlar kanayan yüreğimizde yola revan oldum.
Rüzgar beni Efes-Selçuk’a Meryemana’nın kucağına savurdu. Belki de Meryemana’nın sonsuz şefkati ile yaralı ruhumun iyileşmesi gerekiyordu.
Bugünlerde biraz daha sakinim daha çok sessiz ve daha çok sessiz.
Sanatımla iyileşmeye çalışıyorum. Ne zaman kuyunun dibine düşsem, sanatım elini uzatıp beni gün ışığına çıkarıyor. Mozaik çalışmalarımı Efes Selçuk’ta sürdürüyorum.
UNESCO mirası bir şehirdeyim. Buraya alışmaya, insanlarını tanımaya, kendimi ve sanatımı anlatmaya çalışıyorum. Ara ara, uçsuz bucaksız arazilerde dikili bir zeytin ağacı iken kendimi bir saksıya hapsolmuş zeytin ağacı gibi hissediyorum. Sonra dönüp yaptığım büyük ve görkemli “Zeytin Ağacı – Cennetin hediyesi” eserime bakıyorum. Depremden çok önce gece bir vakti Antakya’yı anlatmam için rüyama gelen yaşlı zeytin ağacı; bana güçlü, ayakta durmam yaşanan tüm olumsuz olaylara rağmen yine de görevimi yapıp meyvemi vermemi öğretmek için fikrime, zikrime, ruhuma gelmişti. Ben günlerce aylarca onu işlemişim. Şimdi bu günlerde bunu fark ediyorum ve çalıştığım yaşlı zeytin ağacı gibi yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen dimdik ayakta durmaya çalışıyorum onu örnek alıyorum. Yaşanacakları bilmiş gibi gelip rüyama konuk olduğundan sonra nefes almadan onu mozaik ile ölümsüzleştirmek için 9 ay elimi taşlardan almamıştım.
Benim meyvem ise mozaik sanatımı gençlere, çocuklara çok uzaklardan gelen mozaik ile ilk kez tanışan misafirlerimize anlatıp aktarmakmış. Mozaiği anlatmak demek, Antakya’yı anlatmak demek Antakya’nın 2000 yıllık tarihini yaşatmak demek. Bana nefes veren topraklara, kültüre, yaşama borcumu ödemem demek. Mozaiği anlatmak ve yaşatmak kendi yaşamıma armağan demek.
Mozaik sanatı başlı başına bir rehabilitasyon aracı, bir avuç taş ve bir kerpeten ile dünyanın derdi kederi sıkıntısı yok olabiliyor. Taşların insan bünyesine iyi geldiğini artık hepimiz biliyoruz. Mozaik sanatıyla meşgulken farkında olmadan ve hiç hissetmeden rehabilite oluyoruz. Benim amacım ulaşabileceğim tüm kitlelere, yurt dışından gelen değerli misafirlerime mozaik sanatını aktarmak.
Pek tabii yaptığım üç boyutlu mozaiklerin yurt dışında sergilere ve fuarlara katılarak tanınmasını sağlamak hedeflerimden. Sanatın birleştirici ve iyileştirici bir gücü var. Bunu birebir hayatında yaşamış ve hayatına merkez etmiş biri olarak, herkesin yolunun bir gün mozaikle ve sanatla kesişmesini diliyorum.
Güçlü olmak ile güçlü durmanın arasındaki farkı acı bir tecrübeyle öğrenmiş ve hayata yine ve yeniden sımsıkı tutunmuş bir kadın olarak hiçbir ülkenin hiçbir şehrin ve hiçbir insanın yaşadıklarımı yaşamamasını diliyorum. Sanatla mozaikle kalmaya devam ediyorum.